27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN (Ahmet Yapar)


 27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN

Bugünü umutla kutlayan, geleceğe dair güzel düşünceler besleyen, somut öneriler getirmek yerine, birkaç güzel sözün üstüne, uygulamaya ve kavgaya çağıran bir yazı olarak fikirlerimi yazıyorum sadece. Polemik yaratmaktan öte uygulamaya dönük ve gerçekçi bir yazı bırakmanın derdindeyim. Bu hakkı kendimde görmemin nedeni sadece tiyatro sanatını bir meslek olarak yapmaktan, her koşulda üretmekten, kimi genç arkadaşıma hocalık etmekten, Türk Tiyatrosuna ulusal anlamda (yerli ve milli olmayan!) oyunlar bırakmaktan ötedir. Ünlü birinin yazdığı yazı kadar değer görmeyeceğini bilsem de “inatla bu kavgada söz sahibiyiz” demek istememdir, yaptığımız “tiyatronun” ötekileştirilmesine ve yok sayılmasına karşı durmamdır. Kimsenin fikrini sormadan, herkes adına konuşan, toplantılara katılan prodüksiyon tiyatrolarının popüler anlayışına itirazımdır.

Tiyatro, bir anadil gibidir. Öyle ki, binlerce yıldır milyonlarca insan tarafından konuşulan yasak bir dil... Varlığı binlerce yıldır bu topraklar üzerindedir ama yok sayılır, tehlike arz eder, düşman olarak görülür. Tiyatro, bir anadildir ama korumaya alınmaz ve yasa güvencesi yoktur. Küçük salon, butik tiyatrolar, alternatif sanat üreticileri ve sahneleri, ünlüsü olmayan kurumlar bu dili konuşurlar! Prodüksiyonlu işler yapsalar da, o kocaman, gösterişli salonlarda yüzlerce izleyicinin karşısında oynasalar da nafile! Kabul görmez ve değersizleştirilmeye çalışılır. Konuştukları dili günümüzde anlayan pek az insan olduğu düşünülür. Ama yok, sanıldığı gibi zamanla unutulacak bir dil değil bu elbette! Nesilden nesile nasıl geldiyse öyle devam edecek… Kaç defa düştü, ne yenilgiler gördü ama her defasında güçlenerek ayağa kalktı. Kendi çağının anlamakta zorlandığı yeni teknikler, yeni kuramlar, metodlar vb. bularak bir sonraki döneme kuvvetli ve kırılmaz yöntemler kazandırdı. Toplumsal ve siyasi olaylardan beslendi belki, belki savaşlardan, ne despotlar, nice diktatörler gördü, nice bağnazlıkla karşı karşıya kaldı, yokluk hep vardı ama yaşadığımız şu dönem gibi yalnızlaşmamıştı, küskün değildi. Günümüzde ise bu mağlubiyetin, bu tökezlemenin ve hatta baygınlığın adını karnımızdan konuşmadan, doğru koymakta fayda var, adını ekonomik kaygılar belirliyor; GEÇİM DERDİ! Bu çağ bir sonrakine “umutsuzluk” mu bırakacak? Şuan bunu söylemek için çok erken fakat yaşarken değeri görülmeyen, karşılığını bulamayan pek çok yazar, oyuncu, yönetmen, müzisyen, sahne teknisyeni vs. “geçim sıkıntısı” nedeni ile işlerini bırakıyor, başka işler arıyor ya da yaşadığı depresyon neticesiyle “intihar” edip bu dünyadan sessiz sedasız göçüp gidiyor. Ölüm kimileri için bir çıkış yolu, bir kurtuluş belki, belki bir terkediş ama gencecik çocuklarına, yetenekleri başka ülkede olsa değere binecek nice sanatçı evladına sahip çıkamayan bir ülke için cinayettir ve bu cinayet her anlamda politiktir! Bu ne kaderdir ne de işin içinden çıkılmayacak bir kısır döngü! Bu olsa olsa bile isteye yok etmektir. Aslında depresyon değil, kapitalizm öldürmektedir.



Herkesin bildiği sorunlar elbette pandemiden önce de vardı, pandemi ile beraber katmerlendi, şişti, taştı. Bu sorunlara yakın vadede anlık, kısmi çözüm bulma telaşıyla çoğu şey atlandı, unutuldu ya da görmezden gelindi, geçiştirildi. En önemlisi ise işsizlik oldu! Önemli sorunların başında gelen sosyal güvence ve eşit gelir dağılımına dair herhangi somut bir adım atıl(a)madı. Nice fedakârlıkla azla yetinerek sevdiği işi, mesleğini yapma çabası içinde olanlar bile durumun belirsizliğinden bir kenara çekilmeye başladı, kimi geçici olarak iş değiştirdi, kimi tamamen bıraktı, başka sektörlerde iş aramaya başladı. Kimisi de ailesinin kıt kanaat desteği ile ısrarla makus talihinin değişmesini beklemeye gayret ediyor!

Devlet, devede kulak derecesinde bile olmayan verdiği desteklerle, ödeneklerle övüne dursun, bu anayasal hakkı bir lütufmuş gibi anlatsın, tiyatrolar gerek dijital yolla gerek böyle bir dönemde perdesini açmanın, seyircisi ile buluşmanın övüncünde olsun; bunların hiçbiri tiyatronun geleceği noktasında zerre umut taşımıyor, bu olsa olsa züğürt tesellisidir.

Devletin verdiği devede kulak bile olmayan desteği bir haberle açalım… Chp Mersin Milletvekili Mahir Başarır 14 Mart tarihinde bir bilgi paylaştı; hükümetin “ihalecilerine” yaptırdığı “OSMANGAZİ KÖPRÜSÜ” nden 1 saatte sadece 15 araç geçiyor. Vatandaşlara bunun günlük maliyeti 12 Milyon lira. Kültür Bakanlığı ise 11 Ocak 2021 tarihli basın bülteninde 2020 / 2021 sezonunda 451 özel tiyatroya dağıttığı toplam desteği 36 Milyon lira olarak açıkladı. (Bu ödenekten kendine düşen payı alan bazı tiyatroların ne denli “tiyatro yaptıkları” da tartışmaya açıktır!) Sarayın, “kamunu kaynaklarını sömüren beşli ihale çetesinin” ve Diyanet’in bütçesinden söz etmeye gerek yok… Malûmumuzdur!

Sahnesini açan tiyatroların, oyunlarında oynamaya devam eden oyuncuların elbette kahraman olma gibi bir dertleri yok, her meslek gibi mesleklerini icra ediyorlar. Tiyatroların kapalı mı açık mı olduğu karmaşasına takılmadan, yeri geldiğinde 5 – 10 izleyiciye oynayarak. Dijital gösterimler üzerinde fazla durmanın bir anlamı yok. Bu, tiyatrolar kısmen ayakta olsun diye yapılan bir proje ve tiyatro değil, olamaz da! Yapılan işlerin mesleki niteliği, sanatsal estetiği, içerik ve teknik zenginlikleri elbette tartışılmaya açıktır. Ne bekleniliyor ki zaten… Bir sene öncesine kadar tek kamera ve düşük çözünürlükle arşivlerinde saklı kalması için çekilen prömiyer kaydı videoların bir sene sonra dahiyane bir proje fikri yaratacağını mı? Değil üç kamera on kamera ile de çekilse tiyatronun kurduğu canlı kanlı illüzyonu kuramaz… Kuramıyor da.


Hamaset edebiyatını bir kenara bırakıp gerçekçi konuşalım, her şeye rağmen işini bir bütün olarak her yönüyle özenle yapmaya çalışan, yeni metinler yaratan, çeviren, yöneten, oynayan, besteleyen, vs. en özgün haliyle farklı yollar kullanarak bir şekilde seyirciye ulaşma derdinde olan tiyatrolar, tiyatrocular küsmeyip de ne yapsınlar? İşte bu noktada şu soru sarmalına takılıp çıkamıyoruz, çıkmaya çalıştıkça daha çok dolanıyoruz; bu destekle tiyatrolar ve sanat emekçileri hayatlarını mı idame etsinler, tiyatrolarını mı ayakta tutsunlar yoksa özgün, farklı, yeni, çağdaş yorumlarla hazırlanmış oyunlar mı yapsınlar? Yaptıkları oyunların değerinin karşılığını da hem maddi hem de manevi olarak alamayınca bir girdabın içine giriliyor haliyle. Bu çalışmalar için herhangi somut bir adım atıl(a)madığı için kendi imkânlarıyla varolma savaşı veriyorlar. Galip çıkanı göremedik ama ağır yara alanını, kepengini tamamen kapatanını, işsizler kervanına katılanını, intihar edenini iyi biliriz ve şahidiz.

Her şeye rağmen anadilini konuşması yasak olan tiyatroların pek çoğu işini “popüler tiyatrolar” kadar iyi yapmaya gayret ediyor hâlâ! Her ne kadar “sermaye” bu tiyatrolara “burada bizim dilimizi konuşacaksınız, diğer türlü anlaşılmazsınız” dayatması yapsa da cesurca kendi dillerini konuşmaya çalışıyorlar. Yazıyorlar, çeviriyorlar, oynuyorlar, üretiyorlar… Bu dil ayrımı neden? Aynı dili konuşmanın şartı nedir? Seyirci ise, şuan hangi oyuna kaç izleyici geliyor? Dijital tiyatro gösterimlerini kaç seyirci takip ediyor? Vergi yükümlülüğü ise, herkes aynı vergiyi farklı gelir / gider bilançosu ile veriyor, prodüksiyonsa herkes kendi imkanına göre ve oyunun yorumuna, işlevine göre prodüksiyon yapıyor, ünlü bir isim oynatmaksa yeri geldiğinde ülkenin en önemli isimleri bu tiyatrolarda çeşitli görevlerde bulunabiliyor.

(Elbette ki yapım / yapımcı şartları, salonu olan kurumların gelir ve gideri, kalabalık kadrolu ve prodüksiyon yapan tiyatroların imkânları aynı değildir. Bu durum başka başlıklar altında tartışılabilir…) Ama işsizliği ve gelecek kaygısını yaşayan, bedelini ağır ödeyen, sessiz sedasız göçüp giden anadilini konuşmak isteyenlerin olduğu gerçeğini değiştirmez! Eğer sahip çıkılmazsa bu kurumların emektarlarına, kalan sağlar da bu sert rüzgârda savrulup gidecek.


Şunu sormakta da fayda var; ödenekli kurum tiyatroları dışında (zaten bu yazıda onları hariç tutuyorum) matine – suare oynayan kaç tiyatro kaldı? Anadolu’ya turne yapan, turneye çıktığında günlerce şehirleri, ilçeleri ve dahi köyleri, kasabaları dolaşan kaç tiyatro var? Taşrada sanat eğitimine ulaşan kaç sanatçı adayı, sanat okulu okumak isteyen kaç öğrenci var? Türkiye genelinde kaç tiyatro sever, kaç çocuk tiyatro oyunu izleyebiliyor? 19 yıllık korku ve baskı düzeninde kaç tiyatro politik oyunlar sergiliyor, kaç tiyatro kabare gösterimler hazırlıyor? Kaç defa tiyatro istişareleri / konferansları / toplantıları yapıldı? Kozmopolit şehirlerin ve Anadolu’daki salonların teknik imkânlardan bir haber, konferans salonundan, çok amaçlı salonlardan bozma halini kaç kişi çözüme kavuşturmaya çalışıyor? Kaç sahne aktif olarak gösterimlerin teknik olanaklarına cevap veriyor? Kaç salonda “tiyatro gösterimi” sağlıklı olanaklarla yapılabilir?

Bu gibi sorular bize şunu söylüyor; bu ülkenin sanat politikası noktasında farklı maddi kaygılar dışında aynı ortak sorunlar içindeyiz ve birbirimize kırdırılıyoruz! Örgütlenmiş yapılar kaynak yaratmakla birlikte bu başlıklara da pencere açmazlarsa daha çok soru başlığı ve ayrışma örnekleri anlatacağız gibi… Devletin, bakanlık ve dahi yerel yönetimlerin kendi gündeminden sıyrılıp bir tiyatro yasasında ortaklaşmasını ve çıkartmasını beklemek vakit kaybından başka bir şey değil, sanatçılar kendi yasasını bir an önce kendileri yapmalı ve bunu yasal güvence altına almak ve meclisten geçirmek için bir eylem içinde olmalı ve mücadele vermelidir. Bu yasayı politikacılar değil “sanatçılar” hazırlar! Bu yasa da devede kulak bile olmayan ödeneği alınca teşekkür edip, susup köşeye çekilerek hazırlanmaz. Yakın zamanda Fransa’da başlayan tiyatro işgallerini doğru okumak gerekiyor. Haber şöyle; “Paris’teki Odeon Tiyatrosu’nda başlayan ve halen devam eden tiyatro salonlarını işgal etme hareketine, Limoges, Rennes ve Saint-Etienne üzerinden Lille’den Lyon’a yeni tiyatrolar, operalar ve müzik sahneleri katıldı. Fransa genelinde 14 Mart Pazar gününe kadar otuz iki salon daha işgal edildi. Salgının kültür alanını sert bir biçimde etkilediği Fransa’da, sanatçılar, özellikle işsizlik sigortası reformunun geri çekilmesini talep etmek için Paris’teki Odéon Tiyatrosu’nu işgal etti. Tiyatrodaki eylem onuncu gününe yaklaşırken, bu adım özellikle Paris’teki Théâtre de la Colline ve Strasbourg’daki Ulusal Tiyatro’ya yayılan bir hareketi ateşledi. Kültür Bakanı Roselyne Bachelot çarşamba günü, bu işgallerin “gereksiz” ve “tehlikeli” olduğunu açıklamış ve “önemli duyurularda bulunacağı” sözünü vermişti. Perşembe günü de Fransa Başbakanı Jean Castex ile birlikte, kültür sektörüne -özellikle gençler için- 20 milyon Avro’luk bir yardımın yanı sıra bu dönemde düzensiz sözleşmelerle çalışanlar için doğum izni ve hastalık izni haklarının korunmasının garantisini vereceklerini açıkladı.” Talepler çok net; sadaka değil, çalışma güvencesi!

Geçecek… Daha öncekiler gibi, bugünler de geçecek… İşsiz kalan, umudunu yitirmiş, hevesi kaçmış, mesleğini yapamayanları kazanarak, varlık nedenleri olan işlerini yapma cesaretini ve umudunu yeniden aşılayarak işe başlamalıyız. Gelecek kaygısından kurtarıp yeniden daha iyilerini üretmelerini teşvik etmeliyiz. Günden güne azalan huzur ve mutluluğu somut adımlar ve verilen kavganın derinliğiyle göstermeliyiz… İktidar, 19 yıllık otoriter döneminde kendi eğitim modeli, “olmayan” sanat politikası, ideolojisi yüzünden bir tane bile yazar, yönetmen, oyuncu, müzisyen, sanatçı yetiştirememiştir.


İşte bu nedenle, bu ülkenin geleceği için, bu ülkenin geleceğinin seyircisini oluşturmak, geleceğinin sanatçısını yaratmak için aynı dili konuşmalıyız, maddi sorunlar ve yaşayışlar, üretimler farklı olsa da anadilimiz aynı! Konuşmak isteseniz de istemeseniz de tarihin bu gerçeği hep karşımızda.

Mücadele tarihinden yadigâr kalan sözü hatırlatalım; KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ! Herkes tüm kişisel çıkarlarını ve kaygılarını bir yana bırakıp bu sözün altında birleşmelidir ve herkes aynı dili konuşmalıdır; TÜCCARLAR VE KORKAKLAR HARİÇ!

Bu 27 Mart umuda ve dayanışmaya gebe olsun…


Ahmet YAPAR
Ankara Devinim Tiyatro Kurucu Genel Sanat Yönetmeni
Oyun Yazarı / Yönetmen

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski